Question |
Answer |
sırıtmak, ağzı kulaklarına varmak Kapı eşiğinden bana sırıttı. start learning
|
|
He grinned at me from the doorway.
|
|
|
inlemek, inilti sesi çıkarmak Acıyla inleyerek yere yığıldı. start learning
|
|
He collapsed, groaning with pain.
|
|
|
•(hayalet) görünmek, ortaya çıkmak, ziyaret etmek; gözükmek •aklından çıkmamak, gözünün önünden gitmemek, yakasını bırakmamak-musallat olmak perili ev Savaşın hatıraları ona musallat oldu. start learning
|
|
a haunted house He was haunted by memories of the war.
|
|
|
havada belli bir yerde asılı kalmak dolanıp durmak Bir helikopter havada uçtu. start learning
|
|
A waiter hovered at the table ready to take our order. A helicopter hovered overhead.
|
|
|
vızıldamak, vınlamak, uğuldamak Okula yürürken kendi kendine mırıldandı. start learning
|
|
The computers were humming in the background. She hummed to herself as she walked to school.
|
|
|
müdahale etmek, araya girmek, engel olmak, mani olmak Başkalarının işine karışmamalısın. start learning
|
|
interfere with sth *I try not to let my dancing classes interfere with my schoolwork. You shouldn't interfere in other people's business.
|
|
|
kızdırmak, sinirlendirmek, canını sıkmak, rahatsız etmek tahriş etmek, kaşındırmak Yorumları beni gerçekten rahatsız etti. start learning
|
|
The smoke irritated her eyes. His comments really irritated me.
|
|
|
kazara itmek/dürtmek, aklına getirmek, anımsatmak, hatırlatmak, Let's go for a jog. Her sabah parkta koşarım. start learning
|
|
He jogged her arm. I jog through the park every morning.
|
|
|
(uçak) inmek, yere düşmek almak, elde etmek, yakalamak arazi, toprak, ülke, memleket Sabah 7'de Madrid'e inmeliyiz. start learning
|
|
We should land in Madrid at 7 a.m.
|
|
|
yükünü/sorunlarını hafifletmek/azaltmak, aydınlatmak/aydınlanmak; ağarmak/ağartmak Tatilini sorduğumda ruh hali biraz hafifledi. start learning
|
|
The sun had lightened her hair. Her mood lightened a bit when I asked about her holiday.
|
|
|
hafiflemek, rahatlamak, daha az ciddi hâle gelmek Keşke biraz rahatlasaydı. start learning
|
|
I wish she'd lighten up a bit.
|
|
|
hasretini çekmek, özlemini duymak, çok istemek, can atmak (mesafe, zaman, kitap...) uzun Onu tekrar görmeyi özledi. start learning
|
|
She longed to see him again.
|
|
|
uygun adım toplu protesto yürüyüşü yapmak, tören yürüyüşü yapmak, marş, yürüyüş protesto yürüyüşü, uygun adım asker yürüyüşü; tören yürüyüşü Hükümet harcamalarındaki kesintileri protesto etmek için Londra'ya yürüdüler. start learning
|
|
They marched to London to protest against government spending cuts.
|
|
|
ahbap, arkadaş, dost Tavşanlar altı aylıktan itibaren çiftleştirilebilir. start learning
|
|
Rabbits can be mated as early as six months old.
|
|
|
işine karışmak, burnunu sokmak, müdahale etmek Daima başkalarının işine burnunu sokar. start learning
|
|
He's always meddling in other people's business.
|
|
|
dağıtmak, karmakarışık etmek berbat etmek, yüzüne gözüne bulaştırma Şapka takmaktan nefret ederim - onlar her zaman saçımı mahvederler. start learning
|
|
Don't try to cook lunch by yourself - you'll only mess it up. I hate wearing hats - they always mess up my hair.
|
|
|
homurdanmak; yakınmak, sızlanmak, şikayet etmek; feryat figan etmek inlemek, sızlanma Her zaman bir şeyler hakkında inler. start learning
|
|
He lay on the floor moaning. She's always moaning about something.
|
|
|
fundalık, fundalık arazi; çalılık, kır, bozkır Gece için bir sonraki iskelede demirleyelim. start learning
|
|
Let's moor at the next dock for the night.
|
|
|
karma karışık etmek; karıştırmak, dağıtmak, düzenini berbat etmek karışıklık, kargaşa, dağınıklık, arbede Lütfen bu kitapları karıştırmayın - sadece onları çözdüm. start learning
|
|
I'm in such a muddle with these bills. Please don't muddle up those books - I've just sorted them out.
|
|
|
karıştırmak, yanılmak; birini/bir şeyi başkasına/başka bir şeye benzetmek Jonathan ve kardeşini sık sık karıştırıyorum. start learning
|
|
I often get Jonathan and his brother muddled up.
|
|
|
saldırıp soymak; parasını gaspetmek kulplu büyük bardak, maşrapa, avanak, safdil, saftirik, bön kimse Parkta yürürken saldırıya uğradı. start learning
|
|
*a coffee mug *a steaming mug of tea He was mugged as he walked across the park.
|
|
|
çivilemek, çiviyle tutturmak çivi, tırnak Ağaca çakılmış bir 'özel mülkiyet' levhası vardı. start learning
|
|
There was a 'private property' sign nailed to the tree.
|
|
|
başını sallayarak olumlu cevap vermek; başıyla tasdik etmek/onaylamak kabul etme anlamında başını öne doğru sallama •Barbara onaylayarak başını salladı. •Teklif karşısında şevkle başlarını salladılar. start learning
|
|
He gave a nod of approval. •Barbara nodded in approval. •They nodded enthusiastically at the proposal.
|
|
|
oturduğu yerde uykuya dalmak; uyurken başı önüne düşmek Filmi kaçırdım çünkü kafamı sallayıp duruyordum. start learning
|
|
I missed the movie because I kept nodding off.
|
|
|
okşamak, sıvazlamak, hafifçe vurmak (takdir/sevgi belirtisi olarak) elle hafifçe/yumuşakça vurmak; okşamak, sıvazlamak Köpeği okşamak için durdu. start learning
|
|
She stopped to pat the dog.
|
|
|
ara/fasıla vermek, durmak, duraklamak duraklama Bir an durdu ve etrafına baktı. start learning
|
|
There was a short pause before he spoke. She paused for a moment and looked around her.
|
|
|
Kuşlar, böcek istilasına uğramış ağacı gagaladılar. start learning
|
|
The birds pecked at the insect-infested tree.
|
|
|
bir şeye gizlice bakmak, dikizlemek, gözlemek yavaş yavaş ortaya çıkmak, hafiften görünmek, *dikizleme (take ile) Onlara çitin arkasından baktı. start learning
|
|
The sun peeped out from behind the clouds. *She took a peep at herself in the mirror. She peeped at them through the fence.
|
|
|
hasretini/özlemini çekmek; karalar bağlamak çam ağacı Eski kız arkadaşı için can atıyor. start learning
|
|
He's pining for his ex-girlfriend.
|
|
|
uğramak, belli bir yere gitmek, *atıvermek, bırakıvermek, koyuvermek Müzik çaldı ve şampanya mantarları patladı. start learning
|
|
I'll pop into the supermarket on my way home. *Can you pop the pizza in the oven? The music played and champagne corks popped.
|
|
|
birdenbire çıkıvermek, aniden ortaya çıkıvermek Az önce ekranımda bir mesaj belirdi. start learning
|
|
A message just popped up on my screen.
|
|
|
telkin etmek, ısrarla telkinde bulunmak O öğleden sonra üç bin kişiye vaaz verdi. start learning
|
|
That afternoon he preached to three thousand people.
|
|
|
el yordamıyla aramak, yoklamak el yordamıyla ilerlemek, yolunu bulmaya çalışmak Anahtarlarımı almak için çantama el attım. start learning
|
|
grope your way along/through, etc *We groped our way through the smoke to the exit. I groped in my bag for my keys.
|
|
|
doğru sözü ve anlatım biçimini bulmaya çalışmak Ona söyleyecek kelimeleri el yordamıyla salladı. start learning
|
|
He groped for the words to tell her.
|
|
|
... dan/den önce gelmek/olmak; önden gelmek, önünde/önden gitmek Resmi törenden önce bir geçit töreni yapıldı. start learning
|
|
The formal ceremony was preceded by a parade.
|
|
|
delmek, delik açmak, batırmak, kesici bir aletle oymak batırmak, iğnelemek Parmağımı bir iğneye batırdım. start learning
|
|
I pricked my finger on a pin.
|
|
|
pompa Kalbiniz vücudunuzun etrafına kan pompalar. start learning
|
|
Your heart pumps blood around your body.
|
|
|
yüzünde ve davranışında göstermek/sergilemek/vermek/yaymak Merkezden dışarıya bir dizi yol yayılır. start learning
|
|
His face just radiates happiness. A number of roads radiate out from the centre.
|
|
|
pişman olmak, hayıflanmak, pişmanlık duymak; nedamet duymak üzülmek, esef etmek [+ doing sth ], [+ that ] Okulu bu kadar genç bıraktığım için gerçekten pişmanım. start learning
|
|
We regret to inform you that the application has been refused. I really regret leaving school so young.
|
|
|
kopyasını yapmak, taklit etmek üremek, çoğalmak, yavrulamak Diyagram, orijinal yazarın izniyle yeniden üretilmiştir. start learning
|
|
The diagram is reproduced by permission of the original author.
|
|
|
"Ay", "Haziran" ile kafiyeli. start learning
|
|
'Moon' rhymes with 'June'.
|
|
|
çalakalem yazmak, çiziktirmek, karalamak karalama, kargacık burgacık yazı, çalakalem yazı Kitabına bazı notlar karaladı. start learning
|
|
She scribbled some notes in her book.
|
|
|
gölgelemek, gölge yapmak/etmek gölge Eliyle gözlerini gölgeledi. start learning
|
|
He shaded his eyes with his hand.
|
|
|
omuz silkme Ona bundan memnun olmadığımızı söyledim ama omuzlarını silkti. start learning
|
|
I told him we weren't happy with it but he just shrugged his shoulders.
|
|
|
umursamamak, aldırmamak, omuz silkmek, önemsiz saymak Takım yöneticisi eleştirilere omuz silkti. start learning
|
|
The team manager shrugged off criticism.
|
|
|
günah işlemek, günaha girmek ahlaka aykırı şey, günah •Tanrı'ya karşı günah işledin. •Günah işledim ve hepimizi utandırdım. start learning
|
|
•You have sinned against God. •I sinned and brought shame down on all of us.
|
|
|
yudumlamak, yudum yudum içmek yudum start learning
|
|
He took a sip of his coffee and then continued. She sipped her champagne.
|
|
|
ele geçirmek, yakalamak; çabucak almak/yapmak Bill telefonu elimden kaptı. start learning
|
|
I managed to snatch some lunch. Bill snatched the telephone from my hand.
|
|
|
horlama Uyuyamadım çünkü kardeşim horluyordu. start learning
|
|
I couldn't sleep because my brother was snoring.
|
|
|
kıvılcım, ateş, çakım, işaret, belirti, iz, fikir, olay Duruşma Londra'da geniş çaplı isyanlara yol açtı. start learning
|
|
The trial sparked off widespread rioting in London.
|
|
|
parlamak, parıldamak, ışıldamak seçkinleşmek, temayüz etmek, göze çarpmak Gözleri heyecanla parladı. start learning
|
|
The concert gave her an opportunity to sparkle. Her eyes sparkled with excitement.
|
|
|
püskürtmek, sıkmak, fışkırmak sprey, serpinti, su zerreciği Bileklerine biraz parfüm sıktı. start learning
|
|
She sprayed a little perfume on her wrists.
|
|
|
çimlenmek, tomurcuklanmak, filiz vermek, filizlenmek Ektiğim tohumlar henüz filizlenmeye başlıyor. start learning
|
|
The seeds I planted are just beginning to sprout.
|
|
|
zorla sokmak, tıkıştırmak, sıkıştırmak Bir örümceğe bastım ve onu ezdim. start learning
|
|
The kids were all squashed into the back seat. I stepped on a spider and squashed it.
|
|
|
gıcırdamak, cik ciklemek, kısa ve tiz ses çıkarmak Yürürken ayakkabıları yüksek sesle gıcırdadı. start learning
|
|
His shoes squeaked loudly as he walked.
|
|
|
acı acı bağırmak, feryat etmek, ciyaklamak haykırış start learning
|
|
She squealed with delight.
|
|
|
leke, astar boya, astar boya yapmak Döktüğüm şarap gömleğimi lekeledi. start learning
|
|
She stained the bookcase to match the desk. That wine I spilt has stained my shirt.
|
|
|
damga, kaşe, ıstampa, mühür, pul, tepinmek, ayaklarını hızla yere vurmak Faturaya tarihi damgaladı. start learning
|
|
"No!" she shouted, stamping her foot. She stamped the date on the invoice.
|
|
|
seyretmek, sürmek, kullanmak, yönetmek; direksiyonda/dümende olmak yönlendirmek, yön vermek; gelişmeyi etkilemek Tekneyi kıyıdan uzağa yönlendirmeye çalıştım. start learning
|
|
I managed to steer the conversation away from my exam results. I tried to steer the boat away from the bank.
|
|
|
elinden tutup götürmek, öncülük etmek, yol göstermek Beni kapıya doğru yönlendirdi. start learning
|
|
steer sb into/out of/towards, etc He steered me towards the door.
|
|
|
geri/ileri/üzerinden adım atmak üstüne basmak Dikkatlice köpeğin üzerinden geçti. start learning
|
|
step back/forward/over, etc step on/in sth *I accidentally stepped on her foot. She stepped carefully over the dog.
|
|
|
kayışla bağlamak, bir parça bez bağlamak (yara için) kayış, askı, şerit, bant •Sepetin kapağını bağladı. •Pilot kendini bağladı start learning
|
|
I want a bag with a shoulder strap. •He strapped down the lid of the basket. •The pilot strapped herself in
|
|
|
soymak, soyunmak; kıyafetlerini çıkarmak/soymak soymak Ellerinden alındı ve gardiyanlar tarafından arandı. start learning
|
|
strip off She was stripped and searched by the guards.
|
|
|
felç, inme, darbe, vuruş start learning
|
|
|
|
|
tıkmak, tıkıştırmak, sokmak, doldurmak, tıka basa doldurmak, dolma yapmak, içini doldurmak, (ölü hayvan) içini doldurmak şey, eşya, madde, nesne Kağıtları evrak çantasına doldurdu ve gitti. start learning
|
|
He stuffed the papers into his briefcase and left.
|
|
|
çıkarma Nihai rakamdan% 25 çıkarmanız gerekiyor. start learning
|
|
You need to subtract 25% from the final figure.
|
|
|
evcilleştirmek, ehlileştirmek evcil, ehil, evcilleştirilmiş Nehri evcilleştirmek ve taşkınları önlemek için akıntıya karşı büyük bir baraj inşa ettiler. start learning
|
|
They built a huge dam upstream to tame the river and prevent flooding.
|
|
|
(saat) tik sesi çıkararak çalışmak; tiklemek; tik sesi çıkarmak, işaretlemek, kontrol etmek (✓) tik işaret, tik tak sesi, dakika, saniye, kısa zaman dilimi Duygularınızı en iyi tanımlayan cümleyi işaretleyin. start learning
|
|
Wait a tick! Tick the sentence that best describes your feelings.
|
|
|
gıdıklamak, gıdıklayarak güldürmek; eğlendirmek, memnun etmek kaşın(dır) mak; huylan(dır) mak Onun yorumları beni çok memnun etti. start learning
|
|
My nose is tickling. I was very tickled by his comments.
|
|
|
(araba, tekne vb.) çekmek Arabası polis tarafından çekildi. start learning
|
|
His car was towed away by the police.
|
|
|
Ellerim o kadar titriyordu ki kalemi güçlükle tutabiliyordum. start learning
|
|
My hands were trembling so much I could hardly hold the pen.
|
|
|
bir yere doğru büyük ses çıkararak ilerlemek; rüzgâr gibi gitmek çeşitli mercek/kamera kullanarak yakınlaştırıp büyütmek; zumlamak Motosikletiyle caddeyi yakınlaştırarak geldi. start learning
|
|
The TV cameras zoomed in on her face. He came zooming down the street on his motorbike.
|
|
|
tökezlemek, ayağı sürçmek, takılmak, ayağı takılmak, takılıp düşmek, çelme takmak, çelme atmak, çelmelemek gezinti, gezi, yolculuk, seyahat, *tökezlemek, tökezletmek, hata yapmak, tökezlemek; hata yaptırmak Bir taşa takıldı ve bileğini incitti. start learning
|
|
*trip (sb) up I tripped up on the last question. He tripped on a stone and hurt his ankle.
|
|
|
hızlı ve küçük adımlarla yürümek tırıs gitmek Küçük çocuk babasının arkasından koştu. start learning
|
|
The little boy trotted along behind his father.
|
|
|
aynı şeyleri defalarca tekrarlayıp durmak Her zaman aynı eski istatistikleri çıkarırlar. start learning
|
|
They always trot out the same old statistics.
|
|
|
kuvvetle asılmak, şiddetle çekmek Tom annesinin kolunu çekiştirdi. start learning
|
|
Tom tugged at his mother's arm.
|
|
|
tepe taklak yuvarlanmak; paldır küldür düşmek (ücret, fiyat, değer) tepe yaklak olmak; düşmek; birden inmek Merdivenlerden aşağı yuvarlandı. start learning
|
|
Share prices tumbled by 20%. He tumbled down the stairs.
|
|
|
bükmek, kıvırmak, burkmak, bükülmek Orada gergin bir şekilde yüzüğü parmağının etrafında döndürerek oturdu. start learning
|
|
The wheels of the bike had been twisted in the accident. She sat there nervously twisting the ring around on her finger.
|
|
|
açmak, açıp içini boşaltmak start learning
|
|
Bella unpacked her suitcase.
|
|
|
hıçkıra hıçkıra/hüngür hüngür ağlamak; feryat etmek; yaygarayı basmak acı acı siren çalmak; feryat etmek "Annemi kaybettim," diye feryat etti. start learning
|
|
Somewhere in the distance a police siren was wailing. "I've lost my mummy," she wailed.
|
|
|
sızlanmak, yakınmak, dertlenmek; dır dır etmek, mızmızlanmak inlemek, şikayet, mızmızlanma Her zaman bir şeyler hakkında mızmızlanır. start learning
|
|
The dog whined and scratched at the door. She's always whining about something.
|
|
|
kırbaçlamak, çırpmak, hızla/fırtına gibi çıkmak/çıkarmak; aniden fırlamak kırbaç, kamçı Çantayı açtı ve kamerasını kırbaçladı. start learning
|
|
She opened the bag and whipped out her camera.
|
|
|
Kılıcı başının etrafında döndürdü. start learning
|
|
He whirled the sword around his head.
|
|
|
sallanmak, yalpalamak, dingildemek Merdiven sallanmaya başladı. start learning
|
|
The ladder started to wobble.
|
|
|
enkaza çevirmek, mahvetmek, perişan etmek Patlama çok sayıda arabayı mahvetti ve yakındaki binalara hasar verdi. start learning
|
|
The explosion wrecked several cars and damaged nearby buildings.
|
|
|
oynatıp durmak, durmadan kıpırdamak, kıpırdatmak kurtulmak, sıyrılmak Ayak parmaklarını ılık kumda kıvırdı. start learning
|
|
Are you trying to wriggle out of going to the meeting? She wriggled her toes in the warm sand.
|
|
|
fermuar, çok hızlıca hareket etmek Ceketini fermuarını kapattı. start learning
|
|
zip along/around/past, etc
|
|
|
peşine düşmek, ele geçirmek, buluncaya kadar aramak/bulmaya çalışmak buluncaya kadar aramak/bulmaya çalışmak Aslında sizin için eski kitapları araştıracaklar. start learning
|
|
hunt sb/sth down They’ll actually hunt down old books for you.
|
|
|
tatlı dille kandırmak, ikna etmek birini bir şey yapmaya güzellikle ikna etmek, vaatlerde bulunarak yapmasını sağlamak, aklını çelmek, ikna etmek, razı etmek Akşam yemeğine yardım etmem için beni kandırdı. start learning
|
|
She cajoled me into helping with the dinner.
|
|
|
yazık, ayıp, günah, utanç verici şey, utanç, mahcubiyet, yüz karası, leke, şerefsizlik Çocukları sigarayı bırakması için onu utandırmaya çalışıyor. start learning
|
|
His children are trying to shame him into giving up smoking.
|
|
|
birinden utanmak, mahcup olmak, utanmak Phil'e çok kaba davrandı - ondan utanıyordum. start learning
|
|
He was so rude to Phil - I was ashamed of him.
|
|
|
-den gurur duymak, ile iftihar etmek, ile övünmek, gurur duymak -den gurur/kıvanç/övünç duymak, *Bay Wilson eviyle gurur duymaktadır. Helal olsun sana! Ailen seninle gurur duyuyor olmalı. start learning
|
|
Mr. Wilson is proud of his house. Well done! Your parents must be proud of you.
|
|
|
duyurmak, yaymak, herkese ilan etmek, bir grup insana bilgi göndermek ve almak bir şeyin etrafından dolaş(tır) mak veya içinden geç(ir)mek, dolaşımda olmak, deveran etmek Belediye başkanının istifa edeceği söylentileri dolaşıyor. start learning
|
|
Hot water circulates through the pipes. Rumours are circulating that the mayor is going to resign.
|
|
|
... dan/den daha büyük/önemli olmak; ağır basmak Bu tedavinin faydaları risklerinden çok daha ağır basmaktadır. start learning
|
|
The benefits of this treatment far outweigh the risks.
|
|
|
ayrılmak, bozuşmak, ilişkiye son vermek Erkek arkadaşından ayrıldı. start learning
|
|
She split up with her boyfriend.
|
|
|
•tüm şiddetiyle sürmek; ortalığı kasıp kavurmak •hiddetlenmek, öfkelenmek, şiddetlenmek öfke, hiddet, kızgınlık •Savaş geceye kadar devam etti. •Deniz köpürüyor. start learning
|
|
He flew into a rage •The battle raged well into the night. •The sea is raging.
|
|
|
uzanıp yatmak, kolları bacakları açık yatmak Ayaklarını uzatıp haberleri oku. start learning
|
|
Now, stretch out your legs and read the news.
|
|
|
ertelemek, başka bir zaman bırakmak, tehir etmek Onunla bunun hakkında konuşmalıyım, artık ertelemem start learning
|
|
I must talk to her about this, I can't put it off any longer.
|
|
|
hasat etmek; mahsül kaldırmak/toplamak yararını/kârını/ödülünü görmek; istenilen sonucu elde etmek Buğday eken kül biçmez baba. start learning
|
|
Sometimes, this approach can reap tremendous rewards. You don't sow wheat and reap ashes, Pa.
|
|
|
susuzluğunu gidermek/dindirmek söndürmek Susuzluğumu gidermek için bir bardak bira içtim. start learning
|
|
I had a glass of beer to quench my thirst.
|
|
|